Bizans devrinde İstanbul’un en büyük kilisesi, fetihten sonra şehrin baş camii, Ayasofya… Her iki dönemde de ilâhî lütuflara mazhar bir mimârî dehânın neticesi olarak görülen bu mukaddes yapının etrafında teşekkül eden zengin menâkıb kültürü, asırlar boyunca aktarılagelmiştir. Bu inanışın bir sonucu olarak Ayasofya, Bizans devrinin halk inanış ve efsanelerinde büyük bir yer tuttuğu gibi Türk devrinde de bir kısmı Bizans’tan aktarılmış, bir kısmı ise yeniden doğmuş birçok rivayet ve efsanenin konusu olmuştur. Osmanlı döneminde Ayasofya’yla ilgili kaleme alınan bu tür eserler arasında kısaca Ayasofya Risaleleri diyebileceğimiz bir dizi risale mevcuttur. Genellikle aynı kaynaklara dayanan Ayasofya risaleleri, içerik bakımından birbirine çok benzer. Aralarındaki fark ise çoğu zaman, anlatılan olayların ayrıntılı yahut özet şeklinde ele alınması ya da anlatımın sade yahut sanatkarâne olması gibi hususlarla sınırlı kalır. Risalelerde başlangıçtan Justinus dönemine kadarki zaman diliminde Ayasofya’nın inşa edilişi ve etrafındaki olaylar bir menkıbe havası içinde anlatılır. Yine de ciddi bir süzgeçten geçirmek şartıyla bu menkıbevî anlatımın arkasında ciddi bir tarihî bilgi malzemesi olduğu söylenebilir.
Bu fikirden hareketle, Ayasofya Risaleleri’nde, söz konusu risalelerden hem yazım tarihinin eskiliği hem de içerik bakımından sonrakilere kaynak olmaları yönünden önemli bulunan iki tanesi ele alınmıştır. Bu risalelerden biri, Fatih dönemi yazarlarından olan Derviş Şemseddin Karamanî’ye ait Târih-i Beyân-ı Binâ-yı Ayasofya-yı Kebîr ve bir diğeri, yine aynı devirde yaşamış olan ve “Müneccim” lakabı ile bilinen Yusuf bin Musa el-Balıkesrî’nin Târih-i Ayasofya’sıdır. Her iki risalede de mabedin yapım süreçleri hikâye edilirken menkıbevî bilgiler yanında teknik malumat da geniş yer tutmaktadır. Mimarî literatüre bir katkı amacıyla metinleri hem orijinallerinin Latinize halleriyle hem de günümüz Türkçesiyle neşre hazırlanan bu risaleler, zengin bir görsel arşivle birlikte okuruna sunulmaktadır.
Bizans devrinde İstanbul’un en büyük kilisesi, fetihten sonra şehrin baş camii, Ayasofya… Her iki dönemde de ilâhî lütuflara mazhar bir mimârî dehânın neticesi olarak görülen bu mukaddes yapının etrafında teşekkül eden zengin menâkıb kültürü, asırlar boyunca aktarılagelmiştir. Bu inanışın bir sonucu olarak Ayasofya, Bizans devrinin halk inanış ve efsanelerinde büyük bir yer tuttuğu gibi Türk devrinde de bir kısmı Bizans’tan aktarılmış, bir kısmı ise yeniden doğmuş birçok rivayet ve efsanenin konusu olmuştur. Osmanlı döneminde Ayasofya’yla ilgili kaleme alınan bu tür eserler arasında kısaca Ayasofya Risaleleri diyebileceğimiz bir dizi risale mevcuttur. Genellikle aynı kaynaklara dayanan Ayasofya risaleleri, içerik bakımından birbirine çok benzer. Aralarındaki fark ise çoğu zaman, anlatılan olayların ayrıntılı yahut özet şeklinde ele alınması ya da anlatımın sade yahut sanatkarâne olması gibi hususlarla sınırlı kalır. Risalelerde başlangıçtan Justinus dönemine kadarki zaman diliminde Ayasofya’nın inşa edilişi ve etrafındaki olaylar bir menkıbe havası içinde anlatılır. Yine de ciddi bir süzgeçten geçirmek şartıyla bu menkıbevî anlatımın arkasında ciddi bir tarihî bilgi malzemesi olduğu söylenebilir.
Bu fikirden hareketle, Ayasofya Risaleleri’nde, söz konusu risalelerden hem yazım tarihinin eskiliği hem de içerik bakımından sonrakilere kaynak olmaları yönünden önemli bulunan iki tanesi ele alınmıştır. Bu risalelerden biri, Fatih dönemi yazarlarından olan Derviş Şemseddin Karamanî’ye ait Târih-i Beyân-ı Binâ-yı Ayasofya-yı Kebîr ve bir diğeri, yine aynı devirde yaşamış olan ve “Müneccim” lakabı ile bilinen Yusuf bin Musa el-Balıkesrî’nin Târih-i Ayasofya’sıdır. Her iki risalede de mabedin yapım süreçleri hikâye edilirken menkıbevî bilgiler yanında teknik malumat da geniş yer tutmaktadır. Mimarî literatüre bir katkı amacıyla metinleri hem orijinallerinin Latinize halleriyle hem de günümüz Türkçesiyle neşre hazırlanan bu risaleler, zengin bir görsel arşivle birlikte okuruna sunulmaktadır.