9789753633680
218800
https://www.sahafium.com/kitap/aynali-denemeler-p218800.html
Aynalı Denemeler
0.00
Ece Ayhan, "ters duran", ters durduğunu düşündüğü herşeye ayna tutuyor bu kitapta: Onun aynasından düz okuma alışkanlığımıza bir tokat gibi inen bir başka düz(gün) okuma yansıyor.
Tadımlık:
evim Burak deyince; bugünlerde, çok çile çekmiş ve gelin de Kantocu Peruz'u, Denizkızı Eftalya'yı, Acıların Kadını'nı hatırlamayın bakalım, Roza Eskenazi'li --yüzü, özellikle de ağzı, dudakları Sevim Burak'a ne kadar ve nasıl benziyor!-- ve 'açık Yahudi' delikanlı (ben rebetiko sözcüğünü kendimce böyle çeviriyorum) belleğime, yani 'dikkafa', 'başıbozuk', 'çırılçıplak', işte ne denirse densin, argolu sivil belleğime hemeninden borulu ve kalın iğneli bir gramofon geliyor! Sahibinin Sesi! Kol çevrilince, plağın taş üzerinde sarı bir cumhuriyetin Tayyare pulu dönecek! Hikâyenin dışında gibidir ama 60 (altmış) yıldan beri hikâyeci de olan ünlü sıkı ressam Cihat Burak'a baka; Sevim Burak, Sait Faik'in, modern anlamda bir bakıma tek mirasçısıdır. Çünkü üçü de efendim, 'kavun acısı' Sait Faik de, kendi kullanışıyla 'mıh gibi yalnız' olan Cihat Burak da, bir İstanbul Şehir Hatları, daha doğrusu I. Mıntıka'da çalışan bir Kuzguncuk vapör'ü olan, Karaca ile Elfe'nin annesi Sevim Burak da, ışıkları sönük İkinci Dünya Savaşı yıllarını, yoksulluğun karartmalarını, şaşı sıkıyönetimleri, ön ve arka kapısı mavi camlı solgun tramvayları ve özellikle Tünel'in yağlı kayış kokusunu çok iyi bilirlerdi. Kimilerine baka ise, 1950'de Peyami Safa ile yola çıkan Sevim Burak, belirli bir açıdan Colette sayılamaz mı? Bence öyle olduğunu varsaysak bile, kesenkes alyuvarları olan bir Colette'dir o. Yani diyebiliriz ki; Sevim Burak, keskin keskin İstanbul, Beyoğlu, Tünel, Boğaziçi, Kuzguncuk ve İkinci Dünya Savaşı kokan ilginç, sahici ve modern bir hikâyecidir. (Yeri ve zamanı geldiği için, kısa pantollu dönemden nedense saklanmış bir anı, tabii unutulmuş da olabilir: Beyoğlu Ağa Camisi Sakızağacı'nda oturuyoruz. Sabahları bizim ihtiyarî durak'tan geçen Bahçekapı-Edirnekapı asılanamayan --ancak yine de kırık küplü Kadın Çıkmazı'ndaki şoparlar arkadan asılırlardı!-- sarı tramvaylarıyla, Karagümrük'ten bir önceki Atikali'de inerek, Hırkaişerif 19. ilkokuluna gidiyorum. Şiir adamları; 'postmodern' Süreyya Evren ile o zamanlar Balipaşa'da oturan ve sonraları Galatasaray Lisesi'ne giden 'Yakışıklı' Alpagut da aynı okulu bitirmişlerdir. Ben 1938 eylülünde Eceabat'ta --Maydos-- takunyalarla ilkokula başladığımda, Turgut Uyar da çocukluğunda pek gülümsemeyen, az önce ağlamış gibi yüzüyle sanırım orada okuyordur. Sinemacı olmak ister bir Alpagut'tan, Paris'te Hal ve Gidiş Sıfır adlı --Jean Vigo'nun bu filmi Yeni Dalga'ya el vermiştir, bana da verdi tabii, özellikle orta ikiden ayrılan Çocuklar İçin Şiirler'de-- bir kahve olduğunu Çanakkale köyünde öğrenecektim. Alpagut ne olur ne olmaz diye midir bilemem, çok güzel bir kızla günübirlik gelmişti. Siyah saçlı, kusursuz denilebilecek ağız ve burun yapısında, duru beyaz tenli ve benden beş yıl önce Tekirdağ'da doğan ablam İffet Çağlar, herhalde o zamanlar 17-18 yaşlarında bir genç kız olacak, evden ikindi üzeri yola çıkmıştı. Tünel'le Karaköy'e inecek, oradan da yine yürüyerek Mahmutpaşa'ya çalıştığı Yazgan çorap fabrikasında gece vardiyasına gidecekti. Gece vardiyasında çalışmak belki yorucuydu ama gündeliği gündüzden biraz iyiceydi. E, ne yapacaksın! Köydeyken adına Güzel Ayşe adıyla bir türkü çıkarılan annem Ayşe Deniz, Tepebaşı'ndaki Lala birahanesine ya da az ilerde Beşinci Daire'deki Novotni çalgılı gazinosuna Nezahat takma adıyla çıkmaya hazırlanıyordu, tam. Ablam birdenbire ağlıya ağlıya geri döndü! Meğer kaçırdığı vagon, kayış koptuğu için çatırtılarla, gürültülerle aşağıda kaza yapmış. Bir dolu insan ölmüş ve yaralanmıştı...) Bizler, bir anlamda, Tünel'in kayış kokusunun çocukları değil miyiz efendim? Bir gün, yanlışlık yapılıp da Sevim Burak'ın Kuzguncuk'ta bir heykeli yapılırsa (çünkü efendim şairlerin, sosyal bürokratların gözetiminde yakıldığı Türkiye'de güzel bir şey böyle yanlışlıkla yapılabilir) bakın Gürdal Duyar ya da Yavuz Tanyeli yoğurabilir bunu, deniz kıyısına! Ve altına Sahibinin Sesi borulu bir gramofon konsun lütfen! Lütfen! Lütfen!
Tadımlık:
evim Burak deyince; bugünlerde, çok çile çekmiş ve gelin de Kantocu Peruz'u, Denizkızı Eftalya'yı, Acıların Kadını'nı hatırlamayın bakalım, Roza Eskenazi'li --yüzü, özellikle de ağzı, dudakları Sevim Burak'a ne kadar ve nasıl benziyor!-- ve 'açık Yahudi' delikanlı (ben rebetiko sözcüğünü kendimce böyle çeviriyorum) belleğime, yani 'dikkafa', 'başıbozuk', 'çırılçıplak', işte ne denirse densin, argolu sivil belleğime hemeninden borulu ve kalın iğneli bir gramofon geliyor! Sahibinin Sesi! Kol çevrilince, plağın taş üzerinde sarı bir cumhuriyetin Tayyare pulu dönecek! Hikâyenin dışında gibidir ama 60 (altmış) yıldan beri hikâyeci de olan ünlü sıkı ressam Cihat Burak'a baka; Sevim Burak, Sait Faik'in, modern anlamda bir bakıma tek mirasçısıdır. Çünkü üçü de efendim, 'kavun acısı' Sait Faik de, kendi kullanışıyla 'mıh gibi yalnız' olan Cihat Burak da, bir İstanbul Şehir Hatları, daha doğrusu I. Mıntıka'da çalışan bir Kuzguncuk vapör'ü olan, Karaca ile Elfe'nin annesi Sevim Burak da, ışıkları sönük İkinci Dünya Savaşı yıllarını, yoksulluğun karartmalarını, şaşı sıkıyönetimleri, ön ve arka kapısı mavi camlı solgun tramvayları ve özellikle Tünel'in yağlı kayış kokusunu çok iyi bilirlerdi. Kimilerine baka ise, 1950'de Peyami Safa ile yola çıkan Sevim Burak, belirli bir açıdan Colette sayılamaz mı? Bence öyle olduğunu varsaysak bile, kesenkes alyuvarları olan bir Colette'dir o. Yani diyebiliriz ki; Sevim Burak, keskin keskin İstanbul, Beyoğlu, Tünel, Boğaziçi, Kuzguncuk ve İkinci Dünya Savaşı kokan ilginç, sahici ve modern bir hikâyecidir. (Yeri ve zamanı geldiği için, kısa pantollu dönemden nedense saklanmış bir anı, tabii unutulmuş da olabilir: Beyoğlu Ağa Camisi Sakızağacı'nda oturuyoruz. Sabahları bizim ihtiyarî durak'tan geçen Bahçekapı-Edirnekapı asılanamayan --ancak yine de kırık küplü Kadın Çıkmazı'ndaki şoparlar arkadan asılırlardı!-- sarı tramvaylarıyla, Karagümrük'ten bir önceki Atikali'de inerek, Hırkaişerif 19. ilkokuluna gidiyorum. Şiir adamları; 'postmodern' Süreyya Evren ile o zamanlar Balipaşa'da oturan ve sonraları Galatasaray Lisesi'ne giden 'Yakışıklı' Alpagut da aynı okulu bitirmişlerdir. Ben 1938 eylülünde Eceabat'ta --Maydos-- takunyalarla ilkokula başladığımda, Turgut Uyar da çocukluğunda pek gülümsemeyen, az önce ağlamış gibi yüzüyle sanırım orada okuyordur. Sinemacı olmak ister bir Alpagut'tan, Paris'te Hal ve Gidiş Sıfır adlı --Jean Vigo'nun bu filmi Yeni Dalga'ya el vermiştir, bana da verdi tabii, özellikle orta ikiden ayrılan Çocuklar İçin Şiirler'de-- bir kahve olduğunu Çanakkale köyünde öğrenecektim. Alpagut ne olur ne olmaz diye midir bilemem, çok güzel bir kızla günübirlik gelmişti. Siyah saçlı, kusursuz denilebilecek ağız ve burun yapısında, duru beyaz tenli ve benden beş yıl önce Tekirdağ'da doğan ablam İffet Çağlar, herhalde o zamanlar 17-18 yaşlarında bir genç kız olacak, evden ikindi üzeri yola çıkmıştı. Tünel'le Karaköy'e inecek, oradan da yine yürüyerek Mahmutpaşa'ya çalıştığı Yazgan çorap fabrikasında gece vardiyasına gidecekti. Gece vardiyasında çalışmak belki yorucuydu ama gündeliği gündüzden biraz iyiceydi. E, ne yapacaksın! Köydeyken adına Güzel Ayşe adıyla bir türkü çıkarılan annem Ayşe Deniz, Tepebaşı'ndaki Lala birahanesine ya da az ilerde Beşinci Daire'deki Novotni çalgılı gazinosuna Nezahat takma adıyla çıkmaya hazırlanıyordu, tam. Ablam birdenbire ağlıya ağlıya geri döndü! Meğer kaçırdığı vagon, kayış koptuğu için çatırtılarla, gürültülerle aşağıda kaza yapmış. Bir dolu insan ölmüş ve yaralanmıştı...) Bizler, bir anlamda, Tünel'in kayış kokusunun çocukları değil miyiz efendim? Bir gün, yanlışlık yapılıp da Sevim Burak'ın Kuzguncuk'ta bir heykeli yapılırsa (çünkü efendim şairlerin, sosyal bürokratların gözetiminde yakıldığı Türkiye'de güzel bir şey böyle yanlışlıkla yapılabilir) bakın Gürdal Duyar ya da Yavuz Tanyeli yoğurabilir bunu, deniz kıyısına! Ve altına Sahibinin Sesi borulu bir gramofon konsun lütfen! Lütfen! Lütfen!
Ece Ayhan, "ters duran", ters durduğunu düşündüğü herşeye ayna tutuyor bu kitapta: Onun aynasından düz okuma alışkanlığımıza bir tokat gibi inen bir başka düz(gün) okuma yansıyor.
Tadımlık:
evim Burak deyince; bugünlerde, çok çile çekmiş ve gelin de Kantocu Peruz'u, Denizkızı Eftalya'yı, Acıların Kadını'nı hatırlamayın bakalım, Roza Eskenazi'li --yüzü, özellikle de ağzı, dudakları Sevim Burak'a ne kadar ve nasıl benziyor!-- ve 'açık Yahudi' delikanlı (ben rebetiko sözcüğünü kendimce böyle çeviriyorum) belleğime, yani 'dikkafa', 'başıbozuk', 'çırılçıplak', işte ne denirse densin, argolu sivil belleğime hemeninden borulu ve kalın iğneli bir gramofon geliyor! Sahibinin Sesi! Kol çevrilince, plağın taş üzerinde sarı bir cumhuriyetin Tayyare pulu dönecek! Hikâyenin dışında gibidir ama 60 (altmış) yıldan beri hikâyeci de olan ünlü sıkı ressam Cihat Burak'a baka; Sevim Burak, Sait Faik'in, modern anlamda bir bakıma tek mirasçısıdır. Çünkü üçü de efendim, 'kavun acısı' Sait Faik de, kendi kullanışıyla 'mıh gibi yalnız' olan Cihat Burak da, bir İstanbul Şehir Hatları, daha doğrusu I. Mıntıka'da çalışan bir Kuzguncuk vapör'ü olan, Karaca ile Elfe'nin annesi Sevim Burak da, ışıkları sönük İkinci Dünya Savaşı yıllarını, yoksulluğun karartmalarını, şaşı sıkıyönetimleri, ön ve arka kapısı mavi camlı solgun tramvayları ve özellikle Tünel'in yağlı kayış kokusunu çok iyi bilirlerdi. Kimilerine baka ise, 1950'de Peyami Safa ile yola çıkan Sevim Burak, belirli bir açıdan Colette sayılamaz mı? Bence öyle olduğunu varsaysak bile, kesenkes alyuvarları olan bir Colette'dir o. Yani diyebiliriz ki; Sevim Burak, keskin keskin İstanbul, Beyoğlu, Tünel, Boğaziçi, Kuzguncuk ve İkinci Dünya Savaşı kokan ilginç, sahici ve modern bir hikâyecidir. (Yeri ve zamanı geldiği için, kısa pantollu dönemden nedense saklanmış bir anı, tabii unutulmuş da olabilir: Beyoğlu Ağa Camisi Sakızağacı'nda oturuyoruz. Sabahları bizim ihtiyarî durak'tan geçen Bahçekapı-Edirnekapı asılanamayan --ancak yine de kırık küplü Kadın Çıkmazı'ndaki şoparlar arkadan asılırlardı!-- sarı tramvaylarıyla, Karagümrük'ten bir önceki Atikali'de inerek, Hırkaişerif 19. ilkokuluna gidiyorum. Şiir adamları; 'postmodern' Süreyya Evren ile o zamanlar Balipaşa'da oturan ve sonraları Galatasaray Lisesi'ne giden 'Yakışıklı' Alpagut da aynı okulu bitirmişlerdir. Ben 1938 eylülünde Eceabat'ta --Maydos-- takunyalarla ilkokula başladığımda, Turgut Uyar da çocukluğunda pek gülümsemeyen, az önce ağlamış gibi yüzüyle sanırım orada okuyordur. Sinemacı olmak ister bir Alpagut'tan, Paris'te Hal ve Gidiş Sıfır adlı --Jean Vigo'nun bu filmi Yeni Dalga'ya el vermiştir, bana da verdi tabii, özellikle orta ikiden ayrılan Çocuklar İçin Şiirler'de-- bir kahve olduğunu Çanakkale köyünde öğrenecektim. Alpagut ne olur ne olmaz diye midir bilemem, çok güzel bir kızla günübirlik gelmişti. Siyah saçlı, kusursuz denilebilecek ağız ve burun yapısında, duru beyaz tenli ve benden beş yıl önce Tekirdağ'da doğan ablam İffet Çağlar, herhalde o zamanlar 17-18 yaşlarında bir genç kız olacak, evden ikindi üzeri yola çıkmıştı. Tünel'le Karaköy'e inecek, oradan da yine yürüyerek Mahmutpaşa'ya çalıştığı Yazgan çorap fabrikasında gece vardiyasına gidecekti. Gece vardiyasında çalışmak belki yorucuydu ama gündeliği gündüzden biraz iyiceydi. E, ne yapacaksın! Köydeyken adına Güzel Ayşe adıyla bir türkü çıkarılan annem Ayşe Deniz, Tepebaşı'ndaki Lala birahanesine ya da az ilerde Beşinci Daire'deki Novotni çalgılı gazinosuna Nezahat takma adıyla çıkmaya hazırlanıyordu, tam. Ablam birdenbire ağlıya ağlıya geri döndü! Meğer kaçırdığı vagon, kayış koptuğu için çatırtılarla, gürültülerle aşağıda kaza yapmış. Bir dolu insan ölmüş ve yaralanmıştı...) Bizler, bir anlamda, Tünel'in kayış kokusunun çocukları değil miyiz efendim? Bir gün, yanlışlık yapılıp da Sevim Burak'ın Kuzguncuk'ta bir heykeli yapılırsa (çünkü efendim şairlerin, sosyal bürokratların gözetiminde yakıldığı Türkiye'de güzel bir şey böyle yanlışlıkla yapılabilir) bakın Gürdal Duyar ya da Yavuz Tanyeli yoğurabilir bunu, deniz kıyısına! Ve altına Sahibinin Sesi borulu bir gramofon konsun lütfen! Lütfen! Lütfen!
Tadımlık:
evim Burak deyince; bugünlerde, çok çile çekmiş ve gelin de Kantocu Peruz'u, Denizkızı Eftalya'yı, Acıların Kadını'nı hatırlamayın bakalım, Roza Eskenazi'li --yüzü, özellikle de ağzı, dudakları Sevim Burak'a ne kadar ve nasıl benziyor!-- ve 'açık Yahudi' delikanlı (ben rebetiko sözcüğünü kendimce böyle çeviriyorum) belleğime, yani 'dikkafa', 'başıbozuk', 'çırılçıplak', işte ne denirse densin, argolu sivil belleğime hemeninden borulu ve kalın iğneli bir gramofon geliyor! Sahibinin Sesi! Kol çevrilince, plağın taş üzerinde sarı bir cumhuriyetin Tayyare pulu dönecek! Hikâyenin dışında gibidir ama 60 (altmış) yıldan beri hikâyeci de olan ünlü sıkı ressam Cihat Burak'a baka; Sevim Burak, Sait Faik'in, modern anlamda bir bakıma tek mirasçısıdır. Çünkü üçü de efendim, 'kavun acısı' Sait Faik de, kendi kullanışıyla 'mıh gibi yalnız' olan Cihat Burak da, bir İstanbul Şehir Hatları, daha doğrusu I. Mıntıka'da çalışan bir Kuzguncuk vapör'ü olan, Karaca ile Elfe'nin annesi Sevim Burak da, ışıkları sönük İkinci Dünya Savaşı yıllarını, yoksulluğun karartmalarını, şaşı sıkıyönetimleri, ön ve arka kapısı mavi camlı solgun tramvayları ve özellikle Tünel'in yağlı kayış kokusunu çok iyi bilirlerdi. Kimilerine baka ise, 1950'de Peyami Safa ile yola çıkan Sevim Burak, belirli bir açıdan Colette sayılamaz mı? Bence öyle olduğunu varsaysak bile, kesenkes alyuvarları olan bir Colette'dir o. Yani diyebiliriz ki; Sevim Burak, keskin keskin İstanbul, Beyoğlu, Tünel, Boğaziçi, Kuzguncuk ve İkinci Dünya Savaşı kokan ilginç, sahici ve modern bir hikâyecidir. (Yeri ve zamanı geldiği için, kısa pantollu dönemden nedense saklanmış bir anı, tabii unutulmuş da olabilir: Beyoğlu Ağa Camisi Sakızağacı'nda oturuyoruz. Sabahları bizim ihtiyarî durak'tan geçen Bahçekapı-Edirnekapı asılanamayan --ancak yine de kırık küplü Kadın Çıkmazı'ndaki şoparlar arkadan asılırlardı!-- sarı tramvaylarıyla, Karagümrük'ten bir önceki Atikali'de inerek, Hırkaişerif 19. ilkokuluna gidiyorum. Şiir adamları; 'postmodern' Süreyya Evren ile o zamanlar Balipaşa'da oturan ve sonraları Galatasaray Lisesi'ne giden 'Yakışıklı' Alpagut da aynı okulu bitirmişlerdir. Ben 1938 eylülünde Eceabat'ta --Maydos-- takunyalarla ilkokula başladığımda, Turgut Uyar da çocukluğunda pek gülümsemeyen, az önce ağlamış gibi yüzüyle sanırım orada okuyordur. Sinemacı olmak ister bir Alpagut'tan, Paris'te Hal ve Gidiş Sıfır adlı --Jean Vigo'nun bu filmi Yeni Dalga'ya el vermiştir, bana da verdi tabii, özellikle orta ikiden ayrılan Çocuklar İçin Şiirler'de-- bir kahve olduğunu Çanakkale köyünde öğrenecektim. Alpagut ne olur ne olmaz diye midir bilemem, çok güzel bir kızla günübirlik gelmişti. Siyah saçlı, kusursuz denilebilecek ağız ve burun yapısında, duru beyaz tenli ve benden beş yıl önce Tekirdağ'da doğan ablam İffet Çağlar, herhalde o zamanlar 17-18 yaşlarında bir genç kız olacak, evden ikindi üzeri yola çıkmıştı. Tünel'le Karaköy'e inecek, oradan da yine yürüyerek Mahmutpaşa'ya çalıştığı Yazgan çorap fabrikasında gece vardiyasına gidecekti. Gece vardiyasında çalışmak belki yorucuydu ama gündeliği gündüzden biraz iyiceydi. E, ne yapacaksın! Köydeyken adına Güzel Ayşe adıyla bir türkü çıkarılan annem Ayşe Deniz, Tepebaşı'ndaki Lala birahanesine ya da az ilerde Beşinci Daire'deki Novotni çalgılı gazinosuna Nezahat takma adıyla çıkmaya hazırlanıyordu, tam. Ablam birdenbire ağlıya ağlıya geri döndü! Meğer kaçırdığı vagon, kayış koptuğu için çatırtılarla, gürültülerle aşağıda kaza yapmış. Bir dolu insan ölmüş ve yaralanmıştı...) Bizler, bir anlamda, Tünel'in kayış kokusunun çocukları değil miyiz efendim? Bir gün, yanlışlık yapılıp da Sevim Burak'ın Kuzguncuk'ta bir heykeli yapılırsa (çünkü efendim şairlerin, sosyal bürokratların gözetiminde yakıldığı Türkiye'de güzel bir şey böyle yanlışlıkla yapılabilir) bakın Gürdal Duyar ya da Yavuz Tanyeli yoğurabilir bunu, deniz kıyısına! Ve altına Sahibinin Sesi borulu bir gramofon konsun lütfen! Lütfen! Lütfen!