9789750813320
93095
https://www.sahafium.com/kitap/bir-imparatorluk-iki-saray-p93095.html
Bir İmparatorluk İki Saray Sanayi ve Tasarım Yarışında Topkapı ve Dolmabahçe
0.00
Yazarın Türk tasarım ve sanat mirasının yaratılmasında 500 yıllık bir zincirin altın halkaları olan Topkapı ve Dolmabahçe sarayları, Doğu ve Batının yaratıcı düşüncelerini birbirine bağlayan çok özgün yapılardır. Düşüncesinden hareket ederek hazırladığI Bir İmparatorluk İki Saray Topkapı Sarayında, oradaki büyük iradeyi kullananların, varlıkları tasarlayanların, üretenlerin, başarıları ve başarısızlıkları yaşayanların seslerini bugüne taşıyor. Ardından Dolmabahçe Sarayında yaşanan şaşırtıcı devrimin izlerini sürerken sanayi devriminin sesini duyuruyor bize. Öte yandan bu iki sarayın yapımı sürecinde yaşananların sadece mimari mekânlar içinde kalmadığını, birbirini tamamlayan birçok değişik tasarım ve yaratıcılık yarışının sentezini sunduğunu gösteriyor. Kitap, işte bu 500 yıllık uzun yaratıcılık yolunun çok kısa bir öyküsü.
Tadımlık
SEDAD HAKKI ELDEM HOCAMIZIN BAKIŞIYLA
BİZE AKTARDIĞI ESKİ SARAY
1960lı yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi öğrenciliğimde önce Topkapı Sarayı araştırmalarının rölöveleri için fotoğraf çekimlerinde Sarayın en bilinmedik yerlerine girmemi sağlayan, sonra da Türk Evinde Mekân Organizasyonu ve Odalar isimli tezimin temel taşı olan hocam Sedad Hakkı Eldem, Topkapı Sarayı ile başlayan yakınlığını ve bizlere anlattıklarını, daha sonra kitabında şöyle özetlemişti:
(...) 1924 senelerinde Cağaloğlunda Sanayi-i Nefise Mektebine girmiştim. Bu sıralarda civarda yeni keşfettiğim Topkapı Sarayına uzun seneler sürecek ziyaretlerime başlamıştım... Topkapı Sarayı benim için bitmez tükenmez bir güzellik hazinesi idi. Aynı zamanda esrarengiz, kendi içine kapalı ve keşfedilmesi gereken, dünyada benzeri olmayan bir mimari eserdi. Benim o zamandan beri merakımı çeker, beni teshir ederdi.
Orta Kapıdan Sarayın içine girişinizden itibaren o atmosferin tutsağı olurdunuz. Zaten Saraylıların ve Enderunluların, Musahiplerin çoğu, cücesine varıncaya kadar, hâlâ orada idiler ve sizi temennalarıyla karşılarlardı.
Haremin bilinmeyen, el değmemiş, 1908 senesinde nasıl bırakıldıysa o şekilde kalmış odalarını, avlularını ve divanhanelerini görürdük. Şu kapının arkasında ne var? Hünkâr Hamamı külhanının üstündeki odalar nasıl? Aklımızda bu sorularla dolaşırken, şurası, burası, her yer önümüzde açılırdı. Valide taşlığının etrafındaki üst kat odaları, ahşap bölme ve asma katlar, sayısız dar merdivenleri, sıra dolaplarıyla karşımıza çıkar, buraları, dokunarak, tırmanarak, kapı ve kapaklarını açarak tanır, keşfederdik.
Bu kat kat boya görmüş ahşap işlerin 17. yüzyıla kadar uzanan eski tarihleri vardı. Hasırlar, döşemeler kimi yerde yerli yerinde, kimi yerde sarılmış, bazen de paçavra halinde karşımıza çıkarlardı. Hiçbir duvar sathı yoktu ki üzerinde, kat kat, üst üste kalemle oynatılmamış olsun. Bazı odacıklar, dehlizler de tavana o kadar yakındı ki adeta içlerinde dik duramazdınız. Bu yerlerin hepsinde yüzlerce insan, genç kadın ve cariyeler oturmuş, buralara renkli, nadide giysileri ve renkli Saraylı varlıklarıyla can katmışlardı.
Atmosfer öylesine eski yaşamı canlandırırdı ki bütün bu insanlar bir an için bizden ürkerek uzaklaşmışlar da, her an geri dönebilirlermiş gibi bir hisse kapılırdık. Sarayı bu şekilde gören bir daha asla o zamanki intibalarını, o heyecanı ve tükenmez sürprizlerle dolu anıları unutamaz. Her yerde kenara atılmış nadir ve kıymetli eşyalara ve parçalara rastlayabilirdiniz. Küme halinde birikmiş çiniler, sayısız yazı levhaları, bir Kâbe maketi ve daha nice bunlar gibi terk edilmiş parçalarla karşılaşırdık...
Sedad Bey, kitabında Sarayın tarihi hakkında aktarılan bilgileri de şöyle toplu olarak özetliyordu:
... Fatih hazretleri fetihten sonra ilk önce vezirleri ve komutanlarına ve kullarına ilam ve ilan etti ki bundan sonra tahtım İstanbuldur ve bunun tasdiki için sur tamiri ve bazı kendi istirahatı ve için... Arap ve Acem ve Rumdan maharetli mimarlar ve mühendisler getirip kendi sağduyusu ve yol göstericiliği ile az zaman içinde büyük bir saray, eksiksiz meydana geldi...
... Ancak padişahın şehrin ortasında oturmasının uygun görülmemesi üzerine Yeni Sarayın inşasına başlandığı ve sekiz yılda tamamlandığı açıklanır. Bu tarihçinin iddiasına göre Fatih, Eski Sarayı iki yıl kadar kullanmış ve 1461 yılında Yeni Saraya nakletmiştir... Sonuç olarak Yeni Sarayın inşa tarihinde bir görüş birliği olmayıp inşaatın ve bahçe ve havuz ve çeşme gibi düzenlemelerin 1465ten başlayarak bir süre devamı ile 1475 senelerine doğru tamamlandığı anlaşılır...
Sedad Hakkı Bey, Sarayın avlularını da şu ilginç bakış açısıyla yorumluyordu:
(...) Meydanı mesela Delhi Sarayı ile karşılaştırırsak, aradaki büyük farkı görürüz. Aslında her iki hanedan dünya çapında olmak iddiasında oldukları halde, Osmanlı devletinin önemi, kudret ve büyüklüğü Babüroğulları sülalesininki yanında kıyas edilmeyecek derecede üstünlük taşırsa da, bina ve çevre bakımından Delhi Sarayı değil, herhangi bir ikinci ve üçüncü derecede bir Hint sarayı ile bile boy ölçüşebilecek durumda değildir. Orada kudretli, hâkim ve disiplinli mimari karşısında, burada adeta romantik, doğal ve serbest bir hava vardır, adeta bir köy meydanı görünümündedir. Orta Kapı önüne gelince çelişki gittikçe büyür, Hindistandaki muazzam kale kapıları karşısında Orta Kapı Kale eski kulesi haliyle son derece mütevazı ve önemsiz görünür.
İkinci Avlu veya Divan Meydanı, Sarayın en büyük mimari mekânıdır. 170 metre uzunluk ve ortalama 110 metre genişliğinde olan bu meydan zamanla çeşitli fakat önemsiz değişiklikler geçirmiştir. Meydanı çevreleyen direklik bir tek katlı ve iddiasızdır. Bu büyüklükteki bir meydana çerçeve teşkil edebilecek önem ve ağırlıkta da değildir.
Karşımıza gelen Kapı Babüs-saade, şimdiki haliyle dahi sevimlidir. Eskiden yalnız direkler aralığının bir miktar genişletilmesiyle ayırt edilirdi. Bu meydan, açık bir şekilde, bir mimari avlu olmak iddia ve niteliğinde değildir, daha çok bir gezi yeri, revaklarla çevrili bir bahçe karakterini taşımaktadır.
Orta Kapıdan girilince büyük bir sayvan gölgesinde meydanı seyretmek mümkündür, evvelce bu büyük saçak da yoktu. Meydanın oluşmasına yol açan Divan Odası (Kubbealtı) karşımızda sol köşededir, yani ka
Tadımlık
SEDAD HAKKI ELDEM HOCAMIZIN BAKIŞIYLA
BİZE AKTARDIĞI ESKİ SARAY
1960lı yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi öğrenciliğimde önce Topkapı Sarayı araştırmalarının rölöveleri için fotoğraf çekimlerinde Sarayın en bilinmedik yerlerine girmemi sağlayan, sonra da Türk Evinde Mekân Organizasyonu ve Odalar isimli tezimin temel taşı olan hocam Sedad Hakkı Eldem, Topkapı Sarayı ile başlayan yakınlığını ve bizlere anlattıklarını, daha sonra kitabında şöyle özetlemişti:
(...) 1924 senelerinde Cağaloğlunda Sanayi-i Nefise Mektebine girmiştim. Bu sıralarda civarda yeni keşfettiğim Topkapı Sarayına uzun seneler sürecek ziyaretlerime başlamıştım... Topkapı Sarayı benim için bitmez tükenmez bir güzellik hazinesi idi. Aynı zamanda esrarengiz, kendi içine kapalı ve keşfedilmesi gereken, dünyada benzeri olmayan bir mimari eserdi. Benim o zamandan beri merakımı çeker, beni teshir ederdi.
Orta Kapıdan Sarayın içine girişinizden itibaren o atmosferin tutsağı olurdunuz. Zaten Saraylıların ve Enderunluların, Musahiplerin çoğu, cücesine varıncaya kadar, hâlâ orada idiler ve sizi temennalarıyla karşılarlardı.
Haremin bilinmeyen, el değmemiş, 1908 senesinde nasıl bırakıldıysa o şekilde kalmış odalarını, avlularını ve divanhanelerini görürdük. Şu kapının arkasında ne var? Hünkâr Hamamı külhanının üstündeki odalar nasıl? Aklımızda bu sorularla dolaşırken, şurası, burası, her yer önümüzde açılırdı. Valide taşlığının etrafındaki üst kat odaları, ahşap bölme ve asma katlar, sayısız dar merdivenleri, sıra dolaplarıyla karşımıza çıkar, buraları, dokunarak, tırmanarak, kapı ve kapaklarını açarak tanır, keşfederdik.
Bu kat kat boya görmüş ahşap işlerin 17. yüzyıla kadar uzanan eski tarihleri vardı. Hasırlar, döşemeler kimi yerde yerli yerinde, kimi yerde sarılmış, bazen de paçavra halinde karşımıza çıkarlardı. Hiçbir duvar sathı yoktu ki üzerinde, kat kat, üst üste kalemle oynatılmamış olsun. Bazı odacıklar, dehlizler de tavana o kadar yakındı ki adeta içlerinde dik duramazdınız. Bu yerlerin hepsinde yüzlerce insan, genç kadın ve cariyeler oturmuş, buralara renkli, nadide giysileri ve renkli Saraylı varlıklarıyla can katmışlardı.
Atmosfer öylesine eski yaşamı canlandırırdı ki bütün bu insanlar bir an için bizden ürkerek uzaklaşmışlar da, her an geri dönebilirlermiş gibi bir hisse kapılırdık. Sarayı bu şekilde gören bir daha asla o zamanki intibalarını, o heyecanı ve tükenmez sürprizlerle dolu anıları unutamaz. Her yerde kenara atılmış nadir ve kıymetli eşyalara ve parçalara rastlayabilirdiniz. Küme halinde birikmiş çiniler, sayısız yazı levhaları, bir Kâbe maketi ve daha nice bunlar gibi terk edilmiş parçalarla karşılaşırdık...
Sedad Bey, kitabında Sarayın tarihi hakkında aktarılan bilgileri de şöyle toplu olarak özetliyordu:
... Fatih hazretleri fetihten sonra ilk önce vezirleri ve komutanlarına ve kullarına ilam ve ilan etti ki bundan sonra tahtım İstanbuldur ve bunun tasdiki için sur tamiri ve bazı kendi istirahatı ve için... Arap ve Acem ve Rumdan maharetli mimarlar ve mühendisler getirip kendi sağduyusu ve yol göstericiliği ile az zaman içinde büyük bir saray, eksiksiz meydana geldi...
... Ancak padişahın şehrin ortasında oturmasının uygun görülmemesi üzerine Yeni Sarayın inşasına başlandığı ve sekiz yılda tamamlandığı açıklanır. Bu tarihçinin iddiasına göre Fatih, Eski Sarayı iki yıl kadar kullanmış ve 1461 yılında Yeni Saraya nakletmiştir... Sonuç olarak Yeni Sarayın inşa tarihinde bir görüş birliği olmayıp inşaatın ve bahçe ve havuz ve çeşme gibi düzenlemelerin 1465ten başlayarak bir süre devamı ile 1475 senelerine doğru tamamlandığı anlaşılır...
Sedad Hakkı Bey, Sarayın avlularını da şu ilginç bakış açısıyla yorumluyordu:
(...) Meydanı mesela Delhi Sarayı ile karşılaştırırsak, aradaki büyük farkı görürüz. Aslında her iki hanedan dünya çapında olmak iddiasında oldukları halde, Osmanlı devletinin önemi, kudret ve büyüklüğü Babüroğulları sülalesininki yanında kıyas edilmeyecek derecede üstünlük taşırsa da, bina ve çevre bakımından Delhi Sarayı değil, herhangi bir ikinci ve üçüncü derecede bir Hint sarayı ile bile boy ölçüşebilecek durumda değildir. Orada kudretli, hâkim ve disiplinli mimari karşısında, burada adeta romantik, doğal ve serbest bir hava vardır, adeta bir köy meydanı görünümündedir. Orta Kapı önüne gelince çelişki gittikçe büyür, Hindistandaki muazzam kale kapıları karşısında Orta Kapı Kale eski kulesi haliyle son derece mütevazı ve önemsiz görünür.
İkinci Avlu veya Divan Meydanı, Sarayın en büyük mimari mekânıdır. 170 metre uzunluk ve ortalama 110 metre genişliğinde olan bu meydan zamanla çeşitli fakat önemsiz değişiklikler geçirmiştir. Meydanı çevreleyen direklik bir tek katlı ve iddiasızdır. Bu büyüklükteki bir meydana çerçeve teşkil edebilecek önem ve ağırlıkta da değildir.
Karşımıza gelen Kapı Babüs-saade, şimdiki haliyle dahi sevimlidir. Eskiden yalnız direkler aralığının bir miktar genişletilmesiyle ayırt edilirdi. Bu meydan, açık bir şekilde, bir mimari avlu olmak iddia ve niteliğinde değildir, daha çok bir gezi yeri, revaklarla çevrili bir bahçe karakterini taşımaktadır.
Orta Kapıdan girilince büyük bir sayvan gölgesinde meydanı seyretmek mümkündür, evvelce bu büyük saçak da yoktu. Meydanın oluşmasına yol açan Divan Odası (Kubbealtı) karşımızda sol köşededir, yani ka
Yazarın Türk tasarım ve sanat mirasının yaratılmasında 500 yıllık bir zincirin altın halkaları olan Topkapı ve Dolmabahçe sarayları, Doğu ve Batının yaratıcı düşüncelerini birbirine bağlayan çok özgün yapılardır. Düşüncesinden hareket ederek hazırladığI Bir İmparatorluk İki Saray Topkapı Sarayında, oradaki büyük iradeyi kullananların, varlıkları tasarlayanların, üretenlerin, başarıları ve başarısızlıkları yaşayanların seslerini bugüne taşıyor. Ardından Dolmabahçe Sarayında yaşanan şaşırtıcı devrimin izlerini sürerken sanayi devriminin sesini duyuruyor bize. Öte yandan bu iki sarayın yapımı sürecinde yaşananların sadece mimari mekânlar içinde kalmadığını, birbirini tamamlayan birçok değişik tasarım ve yaratıcılık yarışının sentezini sunduğunu gösteriyor. Kitap, işte bu 500 yıllık uzun yaratıcılık yolunun çok kısa bir öyküsü.
Tadımlık
SEDAD HAKKI ELDEM HOCAMIZIN BAKIŞIYLA
BİZE AKTARDIĞI ESKİ SARAY
1960lı yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi öğrenciliğimde önce Topkapı Sarayı araştırmalarının rölöveleri için fotoğraf çekimlerinde Sarayın en bilinmedik yerlerine girmemi sağlayan, sonra da Türk Evinde Mekân Organizasyonu ve Odalar isimli tezimin temel taşı olan hocam Sedad Hakkı Eldem, Topkapı Sarayı ile başlayan yakınlığını ve bizlere anlattıklarını, daha sonra kitabında şöyle özetlemişti:
(...) 1924 senelerinde Cağaloğlunda Sanayi-i Nefise Mektebine girmiştim. Bu sıralarda civarda yeni keşfettiğim Topkapı Sarayına uzun seneler sürecek ziyaretlerime başlamıştım... Topkapı Sarayı benim için bitmez tükenmez bir güzellik hazinesi idi. Aynı zamanda esrarengiz, kendi içine kapalı ve keşfedilmesi gereken, dünyada benzeri olmayan bir mimari eserdi. Benim o zamandan beri merakımı çeker, beni teshir ederdi.
Orta Kapıdan Sarayın içine girişinizden itibaren o atmosferin tutsağı olurdunuz. Zaten Saraylıların ve Enderunluların, Musahiplerin çoğu, cücesine varıncaya kadar, hâlâ orada idiler ve sizi temennalarıyla karşılarlardı.
Haremin bilinmeyen, el değmemiş, 1908 senesinde nasıl bırakıldıysa o şekilde kalmış odalarını, avlularını ve divanhanelerini görürdük. Şu kapının arkasında ne var? Hünkâr Hamamı külhanının üstündeki odalar nasıl? Aklımızda bu sorularla dolaşırken, şurası, burası, her yer önümüzde açılırdı. Valide taşlığının etrafındaki üst kat odaları, ahşap bölme ve asma katlar, sayısız dar merdivenleri, sıra dolaplarıyla karşımıza çıkar, buraları, dokunarak, tırmanarak, kapı ve kapaklarını açarak tanır, keşfederdik.
Bu kat kat boya görmüş ahşap işlerin 17. yüzyıla kadar uzanan eski tarihleri vardı. Hasırlar, döşemeler kimi yerde yerli yerinde, kimi yerde sarılmış, bazen de paçavra halinde karşımıza çıkarlardı. Hiçbir duvar sathı yoktu ki üzerinde, kat kat, üst üste kalemle oynatılmamış olsun. Bazı odacıklar, dehlizler de tavana o kadar yakındı ki adeta içlerinde dik duramazdınız. Bu yerlerin hepsinde yüzlerce insan, genç kadın ve cariyeler oturmuş, buralara renkli, nadide giysileri ve renkli Saraylı varlıklarıyla can katmışlardı.
Atmosfer öylesine eski yaşamı canlandırırdı ki bütün bu insanlar bir an için bizden ürkerek uzaklaşmışlar da, her an geri dönebilirlermiş gibi bir hisse kapılırdık. Sarayı bu şekilde gören bir daha asla o zamanki intibalarını, o heyecanı ve tükenmez sürprizlerle dolu anıları unutamaz. Her yerde kenara atılmış nadir ve kıymetli eşyalara ve parçalara rastlayabilirdiniz. Küme halinde birikmiş çiniler, sayısız yazı levhaları, bir Kâbe maketi ve daha nice bunlar gibi terk edilmiş parçalarla karşılaşırdık...
Sedad Bey, kitabında Sarayın tarihi hakkında aktarılan bilgileri de şöyle toplu olarak özetliyordu:
... Fatih hazretleri fetihten sonra ilk önce vezirleri ve komutanlarına ve kullarına ilam ve ilan etti ki bundan sonra tahtım İstanbuldur ve bunun tasdiki için sur tamiri ve bazı kendi istirahatı ve için... Arap ve Acem ve Rumdan maharetli mimarlar ve mühendisler getirip kendi sağduyusu ve yol göstericiliği ile az zaman içinde büyük bir saray, eksiksiz meydana geldi...
... Ancak padişahın şehrin ortasında oturmasının uygun görülmemesi üzerine Yeni Sarayın inşasına başlandığı ve sekiz yılda tamamlandığı açıklanır. Bu tarihçinin iddiasına göre Fatih, Eski Sarayı iki yıl kadar kullanmış ve 1461 yılında Yeni Saraya nakletmiştir... Sonuç olarak Yeni Sarayın inşa tarihinde bir görüş birliği olmayıp inşaatın ve bahçe ve havuz ve çeşme gibi düzenlemelerin 1465ten başlayarak bir süre devamı ile 1475 senelerine doğru tamamlandığı anlaşılır...
Sedad Hakkı Bey, Sarayın avlularını da şu ilginç bakış açısıyla yorumluyordu:
(...) Meydanı mesela Delhi Sarayı ile karşılaştırırsak, aradaki büyük farkı görürüz. Aslında her iki hanedan dünya çapında olmak iddiasında oldukları halde, Osmanlı devletinin önemi, kudret ve büyüklüğü Babüroğulları sülalesininki yanında kıyas edilmeyecek derecede üstünlük taşırsa da, bina ve çevre bakımından Delhi Sarayı değil, herhangi bir ikinci ve üçüncü derecede bir Hint sarayı ile bile boy ölçüşebilecek durumda değildir. Orada kudretli, hâkim ve disiplinli mimari karşısında, burada adeta romantik, doğal ve serbest bir hava vardır, adeta bir köy meydanı görünümündedir. Orta Kapı önüne gelince çelişki gittikçe büyür, Hindistandaki muazzam kale kapıları karşısında Orta Kapı Kale eski kulesi haliyle son derece mütevazı ve önemsiz görünür.
İkinci Avlu veya Divan Meydanı, Sarayın en büyük mimari mekânıdır. 170 metre uzunluk ve ortalama 110 metre genişliğinde olan bu meydan zamanla çeşitli fakat önemsiz değişiklikler geçirmiştir. Meydanı çevreleyen direklik bir tek katlı ve iddiasızdır. Bu büyüklükteki bir meydana çerçeve teşkil edebilecek önem ve ağırlıkta da değildir.
Karşımıza gelen Kapı Babüs-saade, şimdiki haliyle dahi sevimlidir. Eskiden yalnız direkler aralığının bir miktar genişletilmesiyle ayırt edilirdi. Bu meydan, açık bir şekilde, bir mimari avlu olmak iddia ve niteliğinde değildir, daha çok bir gezi yeri, revaklarla çevrili bir bahçe karakterini taşımaktadır.
Orta Kapıdan girilince büyük bir sayvan gölgesinde meydanı seyretmek mümkündür, evvelce bu büyük saçak da yoktu. Meydanın oluşmasına yol açan Divan Odası (Kubbealtı) karşımızda sol köşededir, yani ka
Tadımlık
SEDAD HAKKI ELDEM HOCAMIZIN BAKIŞIYLA
BİZE AKTARDIĞI ESKİ SARAY
1960lı yıllarda Güzel Sanatlar Akademisi öğrenciliğimde önce Topkapı Sarayı araştırmalarının rölöveleri için fotoğraf çekimlerinde Sarayın en bilinmedik yerlerine girmemi sağlayan, sonra da Türk Evinde Mekân Organizasyonu ve Odalar isimli tezimin temel taşı olan hocam Sedad Hakkı Eldem, Topkapı Sarayı ile başlayan yakınlığını ve bizlere anlattıklarını, daha sonra kitabında şöyle özetlemişti:
(...) 1924 senelerinde Cağaloğlunda Sanayi-i Nefise Mektebine girmiştim. Bu sıralarda civarda yeni keşfettiğim Topkapı Sarayına uzun seneler sürecek ziyaretlerime başlamıştım... Topkapı Sarayı benim için bitmez tükenmez bir güzellik hazinesi idi. Aynı zamanda esrarengiz, kendi içine kapalı ve keşfedilmesi gereken, dünyada benzeri olmayan bir mimari eserdi. Benim o zamandan beri merakımı çeker, beni teshir ederdi.
Orta Kapıdan Sarayın içine girişinizden itibaren o atmosferin tutsağı olurdunuz. Zaten Saraylıların ve Enderunluların, Musahiplerin çoğu, cücesine varıncaya kadar, hâlâ orada idiler ve sizi temennalarıyla karşılarlardı.
Haremin bilinmeyen, el değmemiş, 1908 senesinde nasıl bırakıldıysa o şekilde kalmış odalarını, avlularını ve divanhanelerini görürdük. Şu kapının arkasında ne var? Hünkâr Hamamı külhanının üstündeki odalar nasıl? Aklımızda bu sorularla dolaşırken, şurası, burası, her yer önümüzde açılırdı. Valide taşlığının etrafındaki üst kat odaları, ahşap bölme ve asma katlar, sayısız dar merdivenleri, sıra dolaplarıyla karşımıza çıkar, buraları, dokunarak, tırmanarak, kapı ve kapaklarını açarak tanır, keşfederdik.
Bu kat kat boya görmüş ahşap işlerin 17. yüzyıla kadar uzanan eski tarihleri vardı. Hasırlar, döşemeler kimi yerde yerli yerinde, kimi yerde sarılmış, bazen de paçavra halinde karşımıza çıkarlardı. Hiçbir duvar sathı yoktu ki üzerinde, kat kat, üst üste kalemle oynatılmamış olsun. Bazı odacıklar, dehlizler de tavana o kadar yakındı ki adeta içlerinde dik duramazdınız. Bu yerlerin hepsinde yüzlerce insan, genç kadın ve cariyeler oturmuş, buralara renkli, nadide giysileri ve renkli Saraylı varlıklarıyla can katmışlardı.
Atmosfer öylesine eski yaşamı canlandırırdı ki bütün bu insanlar bir an için bizden ürkerek uzaklaşmışlar da, her an geri dönebilirlermiş gibi bir hisse kapılırdık. Sarayı bu şekilde gören bir daha asla o zamanki intibalarını, o heyecanı ve tükenmez sürprizlerle dolu anıları unutamaz. Her yerde kenara atılmış nadir ve kıymetli eşyalara ve parçalara rastlayabilirdiniz. Küme halinde birikmiş çiniler, sayısız yazı levhaları, bir Kâbe maketi ve daha nice bunlar gibi terk edilmiş parçalarla karşılaşırdık...
Sedad Bey, kitabında Sarayın tarihi hakkında aktarılan bilgileri de şöyle toplu olarak özetliyordu:
... Fatih hazretleri fetihten sonra ilk önce vezirleri ve komutanlarına ve kullarına ilam ve ilan etti ki bundan sonra tahtım İstanbuldur ve bunun tasdiki için sur tamiri ve bazı kendi istirahatı ve için... Arap ve Acem ve Rumdan maharetli mimarlar ve mühendisler getirip kendi sağduyusu ve yol göstericiliği ile az zaman içinde büyük bir saray, eksiksiz meydana geldi...
... Ancak padişahın şehrin ortasında oturmasının uygun görülmemesi üzerine Yeni Sarayın inşasına başlandığı ve sekiz yılda tamamlandığı açıklanır. Bu tarihçinin iddiasına göre Fatih, Eski Sarayı iki yıl kadar kullanmış ve 1461 yılında Yeni Saraya nakletmiştir... Sonuç olarak Yeni Sarayın inşa tarihinde bir görüş birliği olmayıp inşaatın ve bahçe ve havuz ve çeşme gibi düzenlemelerin 1465ten başlayarak bir süre devamı ile 1475 senelerine doğru tamamlandığı anlaşılır...
Sedad Hakkı Bey, Sarayın avlularını da şu ilginç bakış açısıyla yorumluyordu:
(...) Meydanı mesela Delhi Sarayı ile karşılaştırırsak, aradaki büyük farkı görürüz. Aslında her iki hanedan dünya çapında olmak iddiasında oldukları halde, Osmanlı devletinin önemi, kudret ve büyüklüğü Babüroğulları sülalesininki yanında kıyas edilmeyecek derecede üstünlük taşırsa da, bina ve çevre bakımından Delhi Sarayı değil, herhangi bir ikinci ve üçüncü derecede bir Hint sarayı ile bile boy ölçüşebilecek durumda değildir. Orada kudretli, hâkim ve disiplinli mimari karşısında, burada adeta romantik, doğal ve serbest bir hava vardır, adeta bir köy meydanı görünümündedir. Orta Kapı önüne gelince çelişki gittikçe büyür, Hindistandaki muazzam kale kapıları karşısında Orta Kapı Kale eski kulesi haliyle son derece mütevazı ve önemsiz görünür.
İkinci Avlu veya Divan Meydanı, Sarayın en büyük mimari mekânıdır. 170 metre uzunluk ve ortalama 110 metre genişliğinde olan bu meydan zamanla çeşitli fakat önemsiz değişiklikler geçirmiştir. Meydanı çevreleyen direklik bir tek katlı ve iddiasızdır. Bu büyüklükteki bir meydana çerçeve teşkil edebilecek önem ve ağırlıkta da değildir.
Karşımıza gelen Kapı Babüs-saade, şimdiki haliyle dahi sevimlidir. Eskiden yalnız direkler aralığının bir miktar genişletilmesiyle ayırt edilirdi. Bu meydan, açık bir şekilde, bir mimari avlu olmak iddia ve niteliğinde değildir, daha çok bir gezi yeri, revaklarla çevrili bir bahçe karakterini taşımaktadır.
Orta Kapıdan girilince büyük bir sayvan gölgesinde meydanı seyretmek mümkündür, evvelce bu büyük saçak da yoktu. Meydanın oluşmasına yol açan Divan Odası (Kubbealtı) karşımızda sol köşededir, yani ka