Tarihin ana ırmağı büyük şehirlerin vadisinden akar. Bu akışın uygarlık dediğimiz birikimleriyle örülen büyük şehirlerin çevre ve hayat dokusunda dünyanın, insanlık durumlarının her değişimi bir öncekiyle örtüşür ve bize bir tarih içinde, onunla birlikte oluştuğumuzu anlatır. Bunlar, birleşerek varoluş maceramızı oluşturan ayrı anlatılardır, büyük şehirlerin kimliğidir. Büyük şehirler, akışın yer değiştirdiği ya da kabardığı anlarda tıpkı canlı bir varlık, hattâ insanın kendi gibi zaman ve tarihle olan ilişkilerini yeniden kurabilmek için "mücadele" ederler. Bu, sarsıntıların, altüst oluşların yeni bileşimlerle yüklü olduğu bir geçiş dönemidir. Şehirlere bu sürecin aynasında bakmak, hayatlarının en önemli kesitinde onlara yaklaşmak, sadece tarihe daha yakından tanıklık etmek değil, bir kutlama, bir felaket ya da veda anında bir dostun yanında olmaktır. Bu dizimizde böyle bir ilgi ve yakınlığı çoktan hak etmiş olan şehirlerin hikâyeleri yer alıyor.
İskenderiye'nin dünyaya açıklığı basit bir kozmopolitlik değildir. İskenderiye ne New York'tur, ne de Paris. Kentte yaşayan milliyetlerin çeşitliliğinden ziyade, Batı emperyalizminin etkisine rağmen hâlâ Osmanlı İmparatorluğu'na ait bir denizin bütün kıyılarından gelen halkların bu milliyetlerle girdiği ilişkidir İskenderiye'yi dünyaya açan. İskenderiye bir uğrak kenti ya da sadece bir liman kenti de değildir; öyle olsaydı özellikleri ticarete indirgenmiş olurdu. Hem bir Osmanlı kentidir, hem uluslararası bir sığınak, hem ekonomik bir merkez, hem de bir Akdeniz kültür kutbudur. Orada birlikte yaşayan halkların tarihi ve yaşam biçimleri ortaktır. Robert Ilbert, Ilios Yannakakis ve Jacques Hassoun'un yayına hazırladığı bu kitap İskenderiye'nin 1860-1960 yılları arasındaki "en karakteristik" dönemine çeşitli açılardan ışık tutuyor.
Tarihin ana ırmağı büyük şehirlerin vadisinden akar. Bu akışın uygarlık dediğimiz birikimleriyle örülen büyük şehirlerin çevre ve hayat dokusunda dünyanın, insanlık durumlarının her değişimi bir öncekiyle örtüşür ve bize bir tarih içinde, onunla birlikte oluştuğumuzu anlatır. Bunlar, birleşerek varoluş maceramızı oluşturan ayrı anlatılardır, büyük şehirlerin kimliğidir. Büyük şehirler, akışın yer değiştirdiği ya da kabardığı anlarda tıpkı canlı bir varlık, hattâ insanın kendi gibi zaman ve tarihle olan ilişkilerini yeniden kurabilmek için "mücadele" ederler. Bu, sarsıntıların, altüst oluşların yeni bileşimlerle yüklü olduğu bir geçiş dönemidir. Şehirlere bu sürecin aynasında bakmak, hayatlarının en önemli kesitinde onlara yaklaşmak, sadece tarihe daha yakından tanıklık etmek değil, bir kutlama, bir felaket ya da veda anında bir dostun yanında olmaktır. Bu dizimizde böyle bir ilgi ve yakınlığı çoktan hak etmiş olan şehirlerin hikâyeleri yer alıyor.
İskenderiye'nin dünyaya açıklığı basit bir kozmopolitlik değildir. İskenderiye ne New York'tur, ne de Paris. Kentte yaşayan milliyetlerin çeşitliliğinden ziyade, Batı emperyalizminin etkisine rağmen hâlâ Osmanlı İmparatorluğu'na ait bir denizin bütün kıyılarından gelen halkların bu milliyetlerle girdiği ilişkidir İskenderiye'yi dünyaya açan. İskenderiye bir uğrak kenti ya da sadece bir liman kenti de değildir; öyle olsaydı özellikleri ticarete indirgenmiş olurdu. Hem bir Osmanlı kentidir, hem uluslararası bir sığınak, hem ekonomik bir merkez, hem de bir Akdeniz kültür kutbudur. Orada birlikte yaşayan halkların tarihi ve yaşam biçimleri ortaktır. Robert Ilbert, Ilios Yannakakis ve Jacques Hassoun'un yayına hazırladığı bu kitap İskenderiye'nin 1860-1960 yılları arasındaki "en karakteristik" dönemine çeşitli açılardan ışık tutuyor.