9789750800542
22739
https://www.sahafium.com/kitap/istanbul-da-gundelik-hayat-p22739.html
İstanbul'da Gündelik Hayat
0.00
İstanbul'da Gündelik Hayat toplumsal kimliğimizin kökenlerine doğru çıkılan bir yolculuğun çarpıcı görüntülerinden ibarettir. İnsan, Kültür ve Mekan ilişkileri düzleminde bir imparatorluk şehrinin tarihini kuşatan çalışma, sosyal disiplinler arasındaki dengeyi başarıyla kuran yeni tarih yazımının da dikkate değer bir örneğidir. Siyasetten kültüre, mimariden edebiyata uzanan çok boyutlu bir zemin üzerinde gerçekleştirilmiş kurgusu ve kendine has üslubuyla aynı zamanda, günümüz tarihçisinin de İstanbul'a sunduğu bir armağandır.
Tadımlık
ÖNSÖZ
İstanbulun gündelik hayat sarkacı, tarih boyunca Osmanlı dünyasının iki karşıt kutbu arasında salındı: Mitos ve ütopya. Kimi zaman durma noktasına gelip yaşanmış altın çağların sonunu haber veren, kimi zaman da temposunu hızlandırarak insan hayatına yeni ufuklar açan bu toplumsal salınım, şehrin kimliğini Doğunun mitosu ile Batının ütopyası arasındaki kültürel deprem kuşağı üzerinde belirledi. Bu kimlik, pek çok farklı kültürün kader ortaklığı yaptığı imparatorluk coğrafyasının zenginliğiyle beslenmiş ve İstanbulun künyesini dünya uygarlık kütüğüne nakşetmiştir.
Mitos, İstanbul için tarihsel bir derinlik ve kökleri geçmişe uzanan insan tecrübesidir. Bütün yeryüzü imparatorluklarında olduğu gibi İstanbulda da bu yaratıcı tecrübe, dinler ve ırkların kaynaştığı kozmopolit bir kültür dokusu içinde şekillendi. Mitos, şehir hayatını düzenleyen koruyucu bir yasa, manevî içeriğini kamu vicdanında bulan bir değerler terazisi, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasındaki etik ve estetik ölçütleri belirleyen bir mihenk taşı olduğu sürece bu tecrübeyi, gündelik hayatın temel dinamiği yapmayı başarabilmiştir.
Şehrin mitosu, Romanın küllerinden doğdu. Askerî üstünlük ve toplumsal güven duygusuna dayanan bu arkaik dünya tasarımı, Constantinusun siyasî ütopyasıyla birleşince, şehrin yıldızı bütün bir Ortaçağ boyunca parladı. Zamanın labirentini bin yılda adımlayabilen Bizans İstanbulu, kendi kendine yetebilmenin tarihsel sınırına göz kamaştırıcı saray törenleri, sonu gelmez teoloji tartışmaları ve sefalet ile ihtişamın kışkırttığı ayaklanmalarla ulaşmıştı. Aydınlığın alacakaranlığa dönüştüğü bu kaçınılmaz yol ayrımında şehrin Osmanlılara bıraktığı miras, yıkılan mitosun gündelik hayat üzerine çökmüş tarihsel enkazından başka birşey değildi. İstanbulun gündelik hayatını canlandıran şehrin yeni sakinleri, kaldırdıkları enkazın altında parlayan imparatorluk mitosuna sahip çıktılar. Fatih Sultan Mehmed, yalnızca adı Konstantinopolis olan bu şehri değil, aynı zamanda İstanbul mitosunu fetheden kişi olarak da tarihe geçti.
Osmanlı İstanbulu, bugün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal kimlik hazinemizin, göz kamaştırıcı mücevherlerinden birisidir. Üzerine ölü toprağı serdiğimiz bu hazineyi, tarih boyunca yağmalayan haramiler kadar, onun değerini insan hayatıyla tartan isimsiz kahramanlar da bu şehrin ikliminde yaşadılar. İskenderiyeden Tahtakaleye kahve getiren Mısır tüccarı; çıktığı Hac yolculuğunda önce Eyüb Sultanı ziyaret eden Özbek dervişi; Cevahir Bedestenini elmas, akik ve zümrüt ışıltısına dönüştüren Ermeni kuyumcu; paranın sihirli gücünü keşfeden Yahudi sarraf; gençliğini kahvehane peykeleri ve arnavut kaldırımlarında yaşayan tulumbacı; Süleymaniye hücrelerinden kadılık makamına uzanan ilim merdivenlerini adımlayan medreseli; başını ibret taşında bırakan Yeniçeri çorbacısı ve şeriat kılıcının gölgesinde demlenen Bektaşî, İstanbul mitosunu besleyip büyüten kültür iklimini ortaklaşa oluşturdular. Sonuçta insanlık, birarada yaşamayı bu iklimde öğrendi.
İstanbulun mitos çağı ilk büyük sarsıntıyı 18. yüzyılda geçirdi. Geleceğin ufkundaki ütopyayı haber veren farklı duygu ve düşünceler, kendi hayat tarzlarını bu yüzyılda İstanbul kimliğine kattılar. Artık gündelik hayatın kültür dokusunda, karşıt zihniyet dünyalarını temsil eden çift kişilikli bir toplumsal hayalet kol geziyordu. Bu hayalet, mitosun güvenlik dünyasına sığınanlar için gerçekten ürkütücüydü. Nitekim siyasi otoritenin koruyucu kanatları altında güçlenen ütopya, bu kolektif korkuyu doğrulayacak şekilde mitosun hayat sahasına müdahale ediyor ve sonuçta geçmiş zamanın değerler terazisi, gündelik hayatın şaşmaz doğrularını sürekli yanlış tartıyordu. Yanlış hesap 1730da İstanbula ağır bir fatura ödetti. Kamu vicdanında yara alan adalet duygusunu sarmak isteyenler, ütopyanın Sadabâddaki görkemli sembollerini yıkarken hiç kuşkusuz mitosun yitik cennetine kavuşabileceklerini hayal ediyorlardı. Ama cennetin kapıları bir daha açılmamak üzere kapanmış ve gündelik hayatın şehir ölçeğindeki ayrışma süreci başlamıştı. Bundan böyle mitos kendi tarihini, İstanbulun karanlıkta kalan yüzünde sessiz ve derinden derine hissedilen psikososyal sarsıntılar halinde yaşayacaktı.
19. yüzyıl, İstanbulun ütopya çağıdır. Şehrin dizginlerini ele alan bu sihirli güç, toplumsal hayallere yeryüzü cennetini müjdeleyen bir uygarlık dini olarak sahneye çıktı. İnançlı havarileri, gözü dönmüş meczupları ve hevesli müritleri vardı. Olimposun zirvesinde, tanrıya yakın bir yerde olduğuna ilişkin hurafeler ise, bu cemaat içinde hep canlı kaldı.
Ütopya, İstanbulun gündelik hayatını yeniden yapılandırmak amacıyla şehrin sosyokültürel dokusu içinde şekillendirilmeye çalışılan bir gelecek tasarımıdır. Geçmiş zamanın cenderesinden kurtulma ve mitosun günahlarından arınma teması, bu tasarımın özünü oluşturmuştur. 19. yüzyıl boyunca toplumsal bir komplekse dönüşen bu arınma duygusu, geçmişin günahlarını gündelik hayatın hafızasından silerek ütopyaya yeni bir yaşam alanı hazırlar. Bu amaçla gelenekler sandıklara kaldırılarak unutulmaya terkedilir. Mitosun yıkılan putları şehir çarşılarına yığıldığında, artık İstanbul dünyanın en büyük bitpazarıdır. Bu pazarda müşteri bulamayan geleneksel zihniyet dünyası, bütün bir toplumsal yaşam üslubunu tarihin derinliklerine gömerken, geride bıraktığı mitosun içi boşaltılmış sembolleri, bugün artık birer turistik eşya olarak bu nostalji panayırında varlıklarını sürdürebilmektedirler.
İstanbulun gündelik hayat sahnesine yerleşen ütopya, kendisi kültür üretmediği halde bir başka zaman ve coğrafyada üretilmiş
Tadımlık
ÖNSÖZ
İstanbulun gündelik hayat sarkacı, tarih boyunca Osmanlı dünyasının iki karşıt kutbu arasında salındı: Mitos ve ütopya. Kimi zaman durma noktasına gelip yaşanmış altın çağların sonunu haber veren, kimi zaman da temposunu hızlandırarak insan hayatına yeni ufuklar açan bu toplumsal salınım, şehrin kimliğini Doğunun mitosu ile Batının ütopyası arasındaki kültürel deprem kuşağı üzerinde belirledi. Bu kimlik, pek çok farklı kültürün kader ortaklığı yaptığı imparatorluk coğrafyasının zenginliğiyle beslenmiş ve İstanbulun künyesini dünya uygarlık kütüğüne nakşetmiştir.
Mitos, İstanbul için tarihsel bir derinlik ve kökleri geçmişe uzanan insan tecrübesidir. Bütün yeryüzü imparatorluklarında olduğu gibi İstanbulda da bu yaratıcı tecrübe, dinler ve ırkların kaynaştığı kozmopolit bir kültür dokusu içinde şekillendi. Mitos, şehir hayatını düzenleyen koruyucu bir yasa, manevî içeriğini kamu vicdanında bulan bir değerler terazisi, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasındaki etik ve estetik ölçütleri belirleyen bir mihenk taşı olduğu sürece bu tecrübeyi, gündelik hayatın temel dinamiği yapmayı başarabilmiştir.
Şehrin mitosu, Romanın küllerinden doğdu. Askerî üstünlük ve toplumsal güven duygusuna dayanan bu arkaik dünya tasarımı, Constantinusun siyasî ütopyasıyla birleşince, şehrin yıldızı bütün bir Ortaçağ boyunca parladı. Zamanın labirentini bin yılda adımlayabilen Bizans İstanbulu, kendi kendine yetebilmenin tarihsel sınırına göz kamaştırıcı saray törenleri, sonu gelmez teoloji tartışmaları ve sefalet ile ihtişamın kışkırttığı ayaklanmalarla ulaşmıştı. Aydınlığın alacakaranlığa dönüştüğü bu kaçınılmaz yol ayrımında şehrin Osmanlılara bıraktığı miras, yıkılan mitosun gündelik hayat üzerine çökmüş tarihsel enkazından başka birşey değildi. İstanbulun gündelik hayatını canlandıran şehrin yeni sakinleri, kaldırdıkları enkazın altında parlayan imparatorluk mitosuna sahip çıktılar. Fatih Sultan Mehmed, yalnızca adı Konstantinopolis olan bu şehri değil, aynı zamanda İstanbul mitosunu fetheden kişi olarak da tarihe geçti.
Osmanlı İstanbulu, bugün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal kimlik hazinemizin, göz kamaştırıcı mücevherlerinden birisidir. Üzerine ölü toprağı serdiğimiz bu hazineyi, tarih boyunca yağmalayan haramiler kadar, onun değerini insan hayatıyla tartan isimsiz kahramanlar da bu şehrin ikliminde yaşadılar. İskenderiyeden Tahtakaleye kahve getiren Mısır tüccarı; çıktığı Hac yolculuğunda önce Eyüb Sultanı ziyaret eden Özbek dervişi; Cevahir Bedestenini elmas, akik ve zümrüt ışıltısına dönüştüren Ermeni kuyumcu; paranın sihirli gücünü keşfeden Yahudi sarraf; gençliğini kahvehane peykeleri ve arnavut kaldırımlarında yaşayan tulumbacı; Süleymaniye hücrelerinden kadılık makamına uzanan ilim merdivenlerini adımlayan medreseli; başını ibret taşında bırakan Yeniçeri çorbacısı ve şeriat kılıcının gölgesinde demlenen Bektaşî, İstanbul mitosunu besleyip büyüten kültür iklimini ortaklaşa oluşturdular. Sonuçta insanlık, birarada yaşamayı bu iklimde öğrendi.
İstanbulun mitos çağı ilk büyük sarsıntıyı 18. yüzyılda geçirdi. Geleceğin ufkundaki ütopyayı haber veren farklı duygu ve düşünceler, kendi hayat tarzlarını bu yüzyılda İstanbul kimliğine kattılar. Artık gündelik hayatın kültür dokusunda, karşıt zihniyet dünyalarını temsil eden çift kişilikli bir toplumsal hayalet kol geziyordu. Bu hayalet, mitosun güvenlik dünyasına sığınanlar için gerçekten ürkütücüydü. Nitekim siyasi otoritenin koruyucu kanatları altında güçlenen ütopya, bu kolektif korkuyu doğrulayacak şekilde mitosun hayat sahasına müdahale ediyor ve sonuçta geçmiş zamanın değerler terazisi, gündelik hayatın şaşmaz doğrularını sürekli yanlış tartıyordu. Yanlış hesap 1730da İstanbula ağır bir fatura ödetti. Kamu vicdanında yara alan adalet duygusunu sarmak isteyenler, ütopyanın Sadabâddaki görkemli sembollerini yıkarken hiç kuşkusuz mitosun yitik cennetine kavuşabileceklerini hayal ediyorlardı. Ama cennetin kapıları bir daha açılmamak üzere kapanmış ve gündelik hayatın şehir ölçeğindeki ayrışma süreci başlamıştı. Bundan böyle mitos kendi tarihini, İstanbulun karanlıkta kalan yüzünde sessiz ve derinden derine hissedilen psikososyal sarsıntılar halinde yaşayacaktı.
19. yüzyıl, İstanbulun ütopya çağıdır. Şehrin dizginlerini ele alan bu sihirli güç, toplumsal hayallere yeryüzü cennetini müjdeleyen bir uygarlık dini olarak sahneye çıktı. İnançlı havarileri, gözü dönmüş meczupları ve hevesli müritleri vardı. Olimposun zirvesinde, tanrıya yakın bir yerde olduğuna ilişkin hurafeler ise, bu cemaat içinde hep canlı kaldı.
Ütopya, İstanbulun gündelik hayatını yeniden yapılandırmak amacıyla şehrin sosyokültürel dokusu içinde şekillendirilmeye çalışılan bir gelecek tasarımıdır. Geçmiş zamanın cenderesinden kurtulma ve mitosun günahlarından arınma teması, bu tasarımın özünü oluşturmuştur. 19. yüzyıl boyunca toplumsal bir komplekse dönüşen bu arınma duygusu, geçmişin günahlarını gündelik hayatın hafızasından silerek ütopyaya yeni bir yaşam alanı hazırlar. Bu amaçla gelenekler sandıklara kaldırılarak unutulmaya terkedilir. Mitosun yıkılan putları şehir çarşılarına yığıldığında, artık İstanbul dünyanın en büyük bitpazarıdır. Bu pazarda müşteri bulamayan geleneksel zihniyet dünyası, bütün bir toplumsal yaşam üslubunu tarihin derinliklerine gömerken, geride bıraktığı mitosun içi boşaltılmış sembolleri, bugün artık birer turistik eşya olarak bu nostalji panayırında varlıklarını sürdürebilmektedirler.
İstanbulun gündelik hayat sahnesine yerleşen ütopya, kendisi kültür üretmediği halde bir başka zaman ve coğrafyada üretilmiş
İstanbul'da Gündelik Hayat toplumsal kimliğimizin kökenlerine doğru çıkılan bir yolculuğun çarpıcı görüntülerinden ibarettir. İnsan, Kültür ve Mekan ilişkileri düzleminde bir imparatorluk şehrinin tarihini kuşatan çalışma, sosyal disiplinler arasındaki dengeyi başarıyla kuran yeni tarih yazımının da dikkate değer bir örneğidir. Siyasetten kültüre, mimariden edebiyata uzanan çok boyutlu bir zemin üzerinde gerçekleştirilmiş kurgusu ve kendine has üslubuyla aynı zamanda, günümüz tarihçisinin de İstanbul'a sunduğu bir armağandır.
Tadımlık
ÖNSÖZ
İstanbulun gündelik hayat sarkacı, tarih boyunca Osmanlı dünyasının iki karşıt kutbu arasında salındı: Mitos ve ütopya. Kimi zaman durma noktasına gelip yaşanmış altın çağların sonunu haber veren, kimi zaman da temposunu hızlandırarak insan hayatına yeni ufuklar açan bu toplumsal salınım, şehrin kimliğini Doğunun mitosu ile Batının ütopyası arasındaki kültürel deprem kuşağı üzerinde belirledi. Bu kimlik, pek çok farklı kültürün kader ortaklığı yaptığı imparatorluk coğrafyasının zenginliğiyle beslenmiş ve İstanbulun künyesini dünya uygarlık kütüğüne nakşetmiştir.
Mitos, İstanbul için tarihsel bir derinlik ve kökleri geçmişe uzanan insan tecrübesidir. Bütün yeryüzü imparatorluklarında olduğu gibi İstanbulda da bu yaratıcı tecrübe, dinler ve ırkların kaynaştığı kozmopolit bir kültür dokusu içinde şekillendi. Mitos, şehir hayatını düzenleyen koruyucu bir yasa, manevî içeriğini kamu vicdanında bulan bir değerler terazisi, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasındaki etik ve estetik ölçütleri belirleyen bir mihenk taşı olduğu sürece bu tecrübeyi, gündelik hayatın temel dinamiği yapmayı başarabilmiştir.
Şehrin mitosu, Romanın küllerinden doğdu. Askerî üstünlük ve toplumsal güven duygusuna dayanan bu arkaik dünya tasarımı, Constantinusun siyasî ütopyasıyla birleşince, şehrin yıldızı bütün bir Ortaçağ boyunca parladı. Zamanın labirentini bin yılda adımlayabilen Bizans İstanbulu, kendi kendine yetebilmenin tarihsel sınırına göz kamaştırıcı saray törenleri, sonu gelmez teoloji tartışmaları ve sefalet ile ihtişamın kışkırttığı ayaklanmalarla ulaşmıştı. Aydınlığın alacakaranlığa dönüştüğü bu kaçınılmaz yol ayrımında şehrin Osmanlılara bıraktığı miras, yıkılan mitosun gündelik hayat üzerine çökmüş tarihsel enkazından başka birşey değildi. İstanbulun gündelik hayatını canlandıran şehrin yeni sakinleri, kaldırdıkları enkazın altında parlayan imparatorluk mitosuna sahip çıktılar. Fatih Sultan Mehmed, yalnızca adı Konstantinopolis olan bu şehri değil, aynı zamanda İstanbul mitosunu fetheden kişi olarak da tarihe geçti.
Osmanlı İstanbulu, bugün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal kimlik hazinemizin, göz kamaştırıcı mücevherlerinden birisidir. Üzerine ölü toprağı serdiğimiz bu hazineyi, tarih boyunca yağmalayan haramiler kadar, onun değerini insan hayatıyla tartan isimsiz kahramanlar da bu şehrin ikliminde yaşadılar. İskenderiyeden Tahtakaleye kahve getiren Mısır tüccarı; çıktığı Hac yolculuğunda önce Eyüb Sultanı ziyaret eden Özbek dervişi; Cevahir Bedestenini elmas, akik ve zümrüt ışıltısına dönüştüren Ermeni kuyumcu; paranın sihirli gücünü keşfeden Yahudi sarraf; gençliğini kahvehane peykeleri ve arnavut kaldırımlarında yaşayan tulumbacı; Süleymaniye hücrelerinden kadılık makamına uzanan ilim merdivenlerini adımlayan medreseli; başını ibret taşında bırakan Yeniçeri çorbacısı ve şeriat kılıcının gölgesinde demlenen Bektaşî, İstanbul mitosunu besleyip büyüten kültür iklimini ortaklaşa oluşturdular. Sonuçta insanlık, birarada yaşamayı bu iklimde öğrendi.
İstanbulun mitos çağı ilk büyük sarsıntıyı 18. yüzyılda geçirdi. Geleceğin ufkundaki ütopyayı haber veren farklı duygu ve düşünceler, kendi hayat tarzlarını bu yüzyılda İstanbul kimliğine kattılar. Artık gündelik hayatın kültür dokusunda, karşıt zihniyet dünyalarını temsil eden çift kişilikli bir toplumsal hayalet kol geziyordu. Bu hayalet, mitosun güvenlik dünyasına sığınanlar için gerçekten ürkütücüydü. Nitekim siyasi otoritenin koruyucu kanatları altında güçlenen ütopya, bu kolektif korkuyu doğrulayacak şekilde mitosun hayat sahasına müdahale ediyor ve sonuçta geçmiş zamanın değerler terazisi, gündelik hayatın şaşmaz doğrularını sürekli yanlış tartıyordu. Yanlış hesap 1730da İstanbula ağır bir fatura ödetti. Kamu vicdanında yara alan adalet duygusunu sarmak isteyenler, ütopyanın Sadabâddaki görkemli sembollerini yıkarken hiç kuşkusuz mitosun yitik cennetine kavuşabileceklerini hayal ediyorlardı. Ama cennetin kapıları bir daha açılmamak üzere kapanmış ve gündelik hayatın şehir ölçeğindeki ayrışma süreci başlamıştı. Bundan böyle mitos kendi tarihini, İstanbulun karanlıkta kalan yüzünde sessiz ve derinden derine hissedilen psikososyal sarsıntılar halinde yaşayacaktı.
19. yüzyıl, İstanbulun ütopya çağıdır. Şehrin dizginlerini ele alan bu sihirli güç, toplumsal hayallere yeryüzü cennetini müjdeleyen bir uygarlık dini olarak sahneye çıktı. İnançlı havarileri, gözü dönmüş meczupları ve hevesli müritleri vardı. Olimposun zirvesinde, tanrıya yakın bir yerde olduğuna ilişkin hurafeler ise, bu cemaat içinde hep canlı kaldı.
Ütopya, İstanbulun gündelik hayatını yeniden yapılandırmak amacıyla şehrin sosyokültürel dokusu içinde şekillendirilmeye çalışılan bir gelecek tasarımıdır. Geçmiş zamanın cenderesinden kurtulma ve mitosun günahlarından arınma teması, bu tasarımın özünü oluşturmuştur. 19. yüzyıl boyunca toplumsal bir komplekse dönüşen bu arınma duygusu, geçmişin günahlarını gündelik hayatın hafızasından silerek ütopyaya yeni bir yaşam alanı hazırlar. Bu amaçla gelenekler sandıklara kaldırılarak unutulmaya terkedilir. Mitosun yıkılan putları şehir çarşılarına yığıldığında, artık İstanbul dünyanın en büyük bitpazarıdır. Bu pazarda müşteri bulamayan geleneksel zihniyet dünyası, bütün bir toplumsal yaşam üslubunu tarihin derinliklerine gömerken, geride bıraktığı mitosun içi boşaltılmış sembolleri, bugün artık birer turistik eşya olarak bu nostalji panayırında varlıklarını sürdürebilmektedirler.
İstanbulun gündelik hayat sahnesine yerleşen ütopya, kendisi kültür üretmediği halde bir başka zaman ve coğrafyada üretilmiş
Tadımlık
ÖNSÖZ
İstanbulun gündelik hayat sarkacı, tarih boyunca Osmanlı dünyasının iki karşıt kutbu arasında salındı: Mitos ve ütopya. Kimi zaman durma noktasına gelip yaşanmış altın çağların sonunu haber veren, kimi zaman da temposunu hızlandırarak insan hayatına yeni ufuklar açan bu toplumsal salınım, şehrin kimliğini Doğunun mitosu ile Batının ütopyası arasındaki kültürel deprem kuşağı üzerinde belirledi. Bu kimlik, pek çok farklı kültürün kader ortaklığı yaptığı imparatorluk coğrafyasının zenginliğiyle beslenmiş ve İstanbulun künyesini dünya uygarlık kütüğüne nakşetmiştir.
Mitos, İstanbul için tarihsel bir derinlik ve kökleri geçmişe uzanan insan tecrübesidir. Bütün yeryüzü imparatorluklarında olduğu gibi İstanbulda da bu yaratıcı tecrübe, dinler ve ırkların kaynaştığı kozmopolit bir kültür dokusu içinde şekillendi. Mitos, şehir hayatını düzenleyen koruyucu bir yasa, manevî içeriğini kamu vicdanında bulan bir değerler terazisi, iyi ile kötü, güzel ile çirkin arasındaki etik ve estetik ölçütleri belirleyen bir mihenk taşı olduğu sürece bu tecrübeyi, gündelik hayatın temel dinamiği yapmayı başarabilmiştir.
Şehrin mitosu, Romanın küllerinden doğdu. Askerî üstünlük ve toplumsal güven duygusuna dayanan bu arkaik dünya tasarımı, Constantinusun siyasî ütopyasıyla birleşince, şehrin yıldızı bütün bir Ortaçağ boyunca parladı. Zamanın labirentini bin yılda adımlayabilen Bizans İstanbulu, kendi kendine yetebilmenin tarihsel sınırına göz kamaştırıcı saray törenleri, sonu gelmez teoloji tartışmaları ve sefalet ile ihtişamın kışkırttığı ayaklanmalarla ulaşmıştı. Aydınlığın alacakaranlığa dönüştüğü bu kaçınılmaz yol ayrımında şehrin Osmanlılara bıraktığı miras, yıkılan mitosun gündelik hayat üzerine çökmüş tarihsel enkazından başka birşey değildi. İstanbulun gündelik hayatını canlandıran şehrin yeni sakinleri, kaldırdıkları enkazın altında parlayan imparatorluk mitosuna sahip çıktılar. Fatih Sultan Mehmed, yalnızca adı Konstantinopolis olan bu şehri değil, aynı zamanda İstanbul mitosunu fetheden kişi olarak da tarihe geçti.
Osmanlı İstanbulu, bugün kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumuz toplumsal kimlik hazinemizin, göz kamaştırıcı mücevherlerinden birisidir. Üzerine ölü toprağı serdiğimiz bu hazineyi, tarih boyunca yağmalayan haramiler kadar, onun değerini insan hayatıyla tartan isimsiz kahramanlar da bu şehrin ikliminde yaşadılar. İskenderiyeden Tahtakaleye kahve getiren Mısır tüccarı; çıktığı Hac yolculuğunda önce Eyüb Sultanı ziyaret eden Özbek dervişi; Cevahir Bedestenini elmas, akik ve zümrüt ışıltısına dönüştüren Ermeni kuyumcu; paranın sihirli gücünü keşfeden Yahudi sarraf; gençliğini kahvehane peykeleri ve arnavut kaldırımlarında yaşayan tulumbacı; Süleymaniye hücrelerinden kadılık makamına uzanan ilim merdivenlerini adımlayan medreseli; başını ibret taşında bırakan Yeniçeri çorbacısı ve şeriat kılıcının gölgesinde demlenen Bektaşî, İstanbul mitosunu besleyip büyüten kültür iklimini ortaklaşa oluşturdular. Sonuçta insanlık, birarada yaşamayı bu iklimde öğrendi.
İstanbulun mitos çağı ilk büyük sarsıntıyı 18. yüzyılda geçirdi. Geleceğin ufkundaki ütopyayı haber veren farklı duygu ve düşünceler, kendi hayat tarzlarını bu yüzyılda İstanbul kimliğine kattılar. Artık gündelik hayatın kültür dokusunda, karşıt zihniyet dünyalarını temsil eden çift kişilikli bir toplumsal hayalet kol geziyordu. Bu hayalet, mitosun güvenlik dünyasına sığınanlar için gerçekten ürkütücüydü. Nitekim siyasi otoritenin koruyucu kanatları altında güçlenen ütopya, bu kolektif korkuyu doğrulayacak şekilde mitosun hayat sahasına müdahale ediyor ve sonuçta geçmiş zamanın değerler terazisi, gündelik hayatın şaşmaz doğrularını sürekli yanlış tartıyordu. Yanlış hesap 1730da İstanbula ağır bir fatura ödetti. Kamu vicdanında yara alan adalet duygusunu sarmak isteyenler, ütopyanın Sadabâddaki görkemli sembollerini yıkarken hiç kuşkusuz mitosun yitik cennetine kavuşabileceklerini hayal ediyorlardı. Ama cennetin kapıları bir daha açılmamak üzere kapanmış ve gündelik hayatın şehir ölçeğindeki ayrışma süreci başlamıştı. Bundan böyle mitos kendi tarihini, İstanbulun karanlıkta kalan yüzünde sessiz ve derinden derine hissedilen psikososyal sarsıntılar halinde yaşayacaktı.
19. yüzyıl, İstanbulun ütopya çağıdır. Şehrin dizginlerini ele alan bu sihirli güç, toplumsal hayallere yeryüzü cennetini müjdeleyen bir uygarlık dini olarak sahneye çıktı. İnançlı havarileri, gözü dönmüş meczupları ve hevesli müritleri vardı. Olimposun zirvesinde, tanrıya yakın bir yerde olduğuna ilişkin hurafeler ise, bu cemaat içinde hep canlı kaldı.
Ütopya, İstanbulun gündelik hayatını yeniden yapılandırmak amacıyla şehrin sosyokültürel dokusu içinde şekillendirilmeye çalışılan bir gelecek tasarımıdır. Geçmiş zamanın cenderesinden kurtulma ve mitosun günahlarından arınma teması, bu tasarımın özünü oluşturmuştur. 19. yüzyıl boyunca toplumsal bir komplekse dönüşen bu arınma duygusu, geçmişin günahlarını gündelik hayatın hafızasından silerek ütopyaya yeni bir yaşam alanı hazırlar. Bu amaçla gelenekler sandıklara kaldırılarak unutulmaya terkedilir. Mitosun yıkılan putları şehir çarşılarına yığıldığında, artık İstanbul dünyanın en büyük bitpazarıdır. Bu pazarda müşteri bulamayan geleneksel zihniyet dünyası, bütün bir toplumsal yaşam üslubunu tarihin derinliklerine gömerken, geride bıraktığı mitosun içi boşaltılmış sembolleri, bugün artık birer turistik eşya olarak bu nostalji panayırında varlıklarını sürdürebilmektedirler.
İstanbulun gündelik hayat sahnesine yerleşen ütopya, kendisi kültür üretmediği halde bir başka zaman ve coğrafyada üretilmiş