"Temmuz 1965'de, aydınlık bir şafakta, Boğaziçi'nin altın buğusu içinde yol alan yolcu gemisinin pruvasında durmuş, uykulu gözlerimi açık tutmaya çalışarak masalımsı İstanbul'u, büyüklerimin mutluluk akan bir gülümsemeyle sözünü ettikleri bu kenti ilk kez görmeye çalışıyordum. Babam yavaşça yanıma yaklaştı, kolunu omzuma koydu, beni kendine çekti ve fısıldadı 'Sonunda buradayız! Dünyanın en güzel kentlerinden, uygarlığın büyük merkezlerinden birinde, kuşaklar boyunca dünyanın merkezi olduğu açık olan bu kentte birlikteyiz...' Gözlerinde yaşlar vardı; biliyordum ki bu rüzgârdan değildi. Victor artık var olmayan bir dünyanın ürünüydü. 1906'da doğmuş, neredeyse elli kişiyi bulan geniş ailesiyle Beylerbeyi'ndeki kocaman bir yalıda yaşamıştı. Büyükbabasının ölümünden sonra aile dağılmış ve çoğunlukla Galata'ya yerleşmişti. Çok yönlü bir kişiliği olan babamı gerçekten tanımlamaya kalkışsam, öncelikle onun tam bir Osmanlı senyörü olduğunu söylerim. Doğuştan kozmopolitliği, geniş dünya görüşü, doymak bilmez entelektüel merakı, içgüdüsel anlayışı, başka insanlara, kültürlere ve davranışlara karşı saygısı ve bir kararlılık göstermesi gerektiği anlarda büründüğü tavırdan ötürü Osmanlı. Epey eski Fransızca terimler kullanmakta ısrarlı olduğundan da, Senyör... Babam dillere her şeyden çok, hatta tutkusu olan genel bilgiden ve tarihten de daha çok değer verirdi. Türkçe, Yunanca, İbranice, İngilizce ve İtalyanca konuşurdu. Ama bu dillerden hangisini konuşursa konuşsun araya inşallah ya da maşallah sıkıştırma alışkanlığı vardı; bu alışkanlık, zaman zaman, özellikle de sofu Katolik ya da Musevilerle konuşurken çok can sıkıcı olabiliyordu. Bir bakıma, böyle yaparak bir Akdeniz evrenine kök salmış olan aidiyetini değerlendirdiğini düşünüyorum. Yolculuk İçin Teşekkürler'in İtalyanca, İngilizce ve Fransızcasını yazmanın da üstesinden geldi; aramızdan ayrıldığında Almanca metni yazmaya başlamıştı.
Türkçesi, bir Türkçe metni tamamlamasına elvermeyecek kadar paslanmış olduğundan kendisinden hiç de hoşnut olmadığını açıkça anımsıyorum; çünkü bugün İstanbul'da yaşamakta olanlara, bu biricik kentinin kendi gençliğindeki canlılığını ve verdiği titreşimleri tattırmanın özlemini çekiyordu."
-John Eskenazi-, Londra, Mayıs 2012
"Temmuz 1965'de, aydınlık bir şafakta, Boğaziçi'nin altın buğusu içinde yol alan yolcu gemisinin pruvasında durmuş, uykulu gözlerimi açık tutmaya çalışarak masalımsı İstanbul'u, büyüklerimin mutluluk akan bir gülümsemeyle sözünü ettikleri bu kenti ilk kez görmeye çalışıyordum. Babam yavaşça yanıma yaklaştı, kolunu omzuma koydu, beni kendine çekti ve fısıldadı 'Sonunda buradayız! Dünyanın en güzel kentlerinden, uygarlığın büyük merkezlerinden birinde, kuşaklar boyunca dünyanın merkezi olduğu açık olan bu kentte birlikteyiz...' Gözlerinde yaşlar vardı; biliyordum ki bu rüzgârdan değildi. Victor artık var olmayan bir dünyanın ürünüydü. 1906'da doğmuş, neredeyse elli kişiyi bulan geniş ailesiyle Beylerbeyi'ndeki kocaman bir yalıda yaşamıştı. Büyükbabasının ölümünden sonra aile dağılmış ve çoğunlukla Galata'ya yerleşmişti. Çok yönlü bir kişiliği olan babamı gerçekten tanımlamaya kalkışsam, öncelikle onun tam bir Osmanlı senyörü olduğunu söylerim. Doğuştan kozmopolitliği, geniş dünya görüşü, doymak bilmez entelektüel merakı, içgüdüsel anlayışı, başka insanlara, kültürlere ve davranışlara karşı saygısı ve bir kararlılık göstermesi gerektiği anlarda büründüğü tavırdan ötürü Osmanlı. Epey eski Fransızca terimler kullanmakta ısrarlı olduğundan da, Senyör... Babam dillere her şeyden çok, hatta tutkusu olan genel bilgiden ve tarihten de daha çok değer verirdi. Türkçe, Yunanca, İbranice, İngilizce ve İtalyanca konuşurdu. Ama bu dillerden hangisini konuşursa konuşsun araya inşallah ya da maşallah sıkıştırma alışkanlığı vardı; bu alışkanlık, zaman zaman, özellikle de sofu Katolik ya da Musevilerle konuşurken çok can sıkıcı olabiliyordu. Bir bakıma, böyle yaparak bir Akdeniz evrenine kök salmış olan aidiyetini değerlendirdiğini düşünüyorum. Yolculuk İçin Teşekkürler'in İtalyanca, İngilizce ve Fransızcasını yazmanın da üstesinden geldi; aramızdan ayrıldığında Almanca metni yazmaya başlamıştı.
Türkçesi, bir Türkçe metni tamamlamasına elvermeyecek kadar paslanmış olduğundan kendisinden hiç de hoşnut olmadığını açıkça anımsıyorum; çünkü bugün İstanbul'da yaşamakta olanlara, bu biricik kentinin kendi gençliğindeki canlılığını ve verdiği titreşimleri tattırmanın özlemini çekiyordu."
-John Eskenazi-, Londra, Mayıs 2012